MEHMET BAYER - 30.10.2023 - HİBYA - 1. Dünya Savaşı sırasından esir düşen on binlerce Mehmetçik, Mısır'dan Malta'ya, Rusya'dan Birmanya'ya kadar çok geniş bir coğrafyadaki kamplarda esaret hayatı yaşadı. Esirler içerisinde pek çoğu anı ve günlük tutmayıp, sessizliği tercih ederken, yaşadıklarını kaleme alanlar ise doğrudan ifade etmeseler de esir düşmekten dolayı utanç duydukları izlenimi verdi.

Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi Dr. Rıza Özbölük, ''Esaret ve utanç: Birinci Dünya Savaşı'nda esir düşen Türk askerlerinin anı ve günlükleri üzerine bir değerlendirme'' adlı makalesine ilişkin HİBYA muhabirine yaptığı açıklamada, kamplarda uzun yıllar esir tutulan Türk askerlerinin vatanlarına dönüşlerinin 1922 yılına kadar sürdüğüne işaret etti.

Özbölük, esaretin, binlerce askerin hayat çizgisinde olağanüstü bir tecrübe yaşattığını, fakat birbirinin aynısı olan günlerin bu tecrübeyi kayda geçirme ihtiyacını törpülediğini, dar alanlarda, yıllar boyunca devam eden monoton kamp hayatının, kayda geçirmeye değecek olayların azlığının not tutmayı gereksiz hale getirdiğini, bu durumun savaştan yıllar sonra anıları yazma işini de olumsuz etkilediğini, bugün eldeki günlüklerde esirlerin, kamp sürecine denk gelen günlerde sürekli hava durumundan bahsetmelerinin, kamplara getirilen gazete haberlerinden bir kısmını eklemelerinin ve gördükleri rüyaları anlatmalarının, o günlerde yazmaya değecek somut bir şey bulamadıklarının ifadesi olduğunu aktardı.

Irak'ta İngilizler tarafından esir alınıp, Basra, Hindistan ve daha sonra Burma'daki Rangoon'a götürülen Taşköprülü Mehmed'in Basra kampında olduğu sıralarda, ''12 ve 13 Mayıs ile 14 Mayıs'ta anlatmaya değer bir şey olmadı'', ''18, 19, 20, 21 Mayıs 1916. Anlatmaya değer bir vaka olmadı'', ''25 Mayıs'ta bir şey olmadı'' gibi cümleleri günlüğüne eklediğini, Halil Ataman'ın ise yıllar sonra anılarını kaleme aldığında, kampta bulunduğu sıralarda çoğu zaman yazacak bir şey bulamadığını, ''Bu geçip giden günlerde, birçok hadiseler olmakta ve yok olup gitmektedir. Bu nevi hayata ya alıştık, ya da tessüre neden olur diye not etmekten vazgeçtim... Geçer gibi oldum.'' ifadelerini kullandığını anlatan Özbölük, kamplarda dikkat çekici somut olayların azlığının, esirleri soyut olguları düşünmeye ve kaleme almaya yöneltmiş olabileceğini bildirdi.

Özbölük, Hindistan'da, Bellary esir kampında tutulan ve yazma konusunda en istekli esirlerden biri olan Rifat Rami'nin (Arıncı) günlük ya da anılarını kaleme almak yerine, şiir defteri tutmayı tercih etmesinin ve esarete karşı hislerini şiir türünde bir edebi eserle dile getirmesinin dikkate değer olduğunu belirterek, Irak Cephesi'nde görevlendirilen ve cephede bulunduğu sıralarda günlük yazan, ama esir düşüp Hindistan'a gönderilince günlük yerine şiir defteri tutmayı tercih eden Ali Vehbi'nin (Aykota) de bir başka önemli örnek olduğunu dile getirdi.

Kamp hayatının esirleri, kendilerini farklı türden yazılı kayıtlar vasıtasıyla ifade etmeye zorladığını, bu iddiaya kanıt niteliğinde gösterilebilecek en önemli belge grubunun kamplarda çıkarılan esir gazeteleri olduğunu anlatan Özbölük, savaş boyunca Malta'dan Rusya'ya, Mısır'dan Hindistan ve Burma'ya kadar birçok bölgede tutulan Türk esirlerinin onlarca gazete çıkarıp, bu gazetelerin yer yer haber verme amacı taşısa da aslında tutsakların bilim, felsefe, din, sosyoloji, edebiyat, mizah ve tarih gibi alanlarda fikirlerini kaleme aldıkları, tercüme yaptıkları, yazarak vakit geçirme ihtiyaçlarını giderdikleri en değerli araçlar olduğunu söyledi.

İshak Jeller'in hatıraları

Dr. Rıza Özbölük, herhangi bir sebeple monotonluğun ortadan kalkması ya da kamp dışına çıkmanın mümkün olması halinde esirlerin günlük ve anılarının da zenginleşip, renklendiğini, anılarının tamamında ya da büyük kısmında esaret dönemine yer veren askerlerin ise bu monotonluktan kurtulanlar olduğunu belirterek, bu bağlamda İshak Jeller'in hatıralarının önemli örnek olduğunu bildirdi.

Jeller'in, Osmanlı ordusunda eczacı olması nedeniyle esir düştükten sonra, İngilizler tarafından da eczacı olarak görevlendirildiğini, kendisinin Burma'daki Türk esir kampları arasında mekik dokuduğunu, çoğu zaman diğerleri gibi sıkıcı ve yeknesak kamp hayatına katlanmak zorunda kalmadığını dile getiren Özbölük, şu bilgileri paylaştı:

''Yıllar sonra, 1942'de anılarını Vakit Gazetesi'nde tefrika etmeye başladığında hayatının bu safhasını 'bir nevi seyahatler devresi' olarak anımsayacaktı. Daha açık örnekler için Rusya'da tutulan esirlerin hatıra ve günlükleri zikredilebilir. Rusya, Birinci Dünya Savaşı sırasında düşman devletlerin ordularından milyonlarca askeri esir almıştı. Bu kadar büyük miktarda esiri kamplarda barındırmanın zorluğunu gören idareciler, dom, yani ev sistemiyle iskan yöntemini uygulamaya başladı. Bu sistem başlangıçta esirleri kamplara göre daha sıkı bir disiplin altına soksa da Bolşevik Devrimi ile bu evlerde yaşayan Türk esirler de ortaya çıkan otorite boşluğundan faydalanmış ve oldukça serbest bir hayata kavuşmuşlardı. Mehmet Arif'in (Ölçen) 'özgür tutsaklarız' şeklindeki tanımı, içinde bulundukları durumu en iyi özetleyen kelimelerdir. Bu durum Rusya’daki Türk esirlerinin günlüklerini ve dolayısıyla sonradan o günlüklere bakarak kaleme aldıkları anılarını etkilemiş, artık kamp dışına çıkmış olan esirler, kişisel kayıtlarına ilginç bilgiler ekleyebilmişler ve renkli anıların ortaya çıkmasını sağlamışlardır.''

Esir düşmekten utanç duydular

Dr. Özbölük, kamplarda bulunduğu dönemde günlük ya da not tutma konusunda ısrarlı davranan az sayıdaki esirin ise yıllar sonra anılarını kaleme aldığında, geçmişte tutulan notlar üzerinde bazı değişiklikler yapma ihtiyacı hissettiğini vurguladı.

Savaş esirlerinin, doğrudan ifade etmeseler de esir düşmekten dolayı utanç duydukları izlenimi verdiklerini ve kasten esir düşmediklerini ispatlama çabası içinde olduklarını anlatan Özbölük, ''Hem Osmanlı İmparatorluğu hem de Türkiye Cumhuriyeti kamuoyunun savaşta esir düşen askerlere yönelik pek de müspet olmayan bakışı, esir anılarını sadece geçmişe dair bir tecrübe aktarımı olmaktan çıkarmıştır. Türk askerleri, esareti silahlı çatışmanın doğal sonuçlarından biri değil de utanç verici bir suçmuş gibi algıladıkları izlenimi vermekte, bu durumun kendilerinin suçu olmadığını kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Ne var ki çoğu zaman bu gayret, doğrudan değil, dolaylı ifadelerle kendini belli etmektedir.'' dedi.

Özbölük, Birinci Dünya Savaşı'nda düşmana gönüllü teslim olma vakalarının tüm muharip ordularda olduğu gibi Osmanlı için de önemli bir sorun haline geldiğini, kasten esir düşme olaylarının, cephe gerisine firar etme vakalarına kıyasla az olduğunu belirterek, ''Ama özellikle düşmana bilgi verme, mensup olunan ordunun imajını zedeleme ve düşman propagandasına alet olma bakımından, cephe gerisine yapılan firarlardan daha rahatsız edici olabilmekteydi. Üstelik bu gibi askerlerin bir daha kendi ordularının savaş çabalarına dahil edilebilme ihtimalleri tamamen ortadan kalkardı. Öte yandan, savaş boyunca hem Ruslar hem de İngilizler, Osmanlı ordusuna mensup askerlerin en çok mustarip oldukları konuları kullanarak onları kendi taraflarına çekmeye, gönüllü teslim olmaya teşvik etmişlerdi.'' diye konuştu.

Savaşın başından beri devam eden bu propagandanın zaman zaman etkili olduğunun anlaşıldığına değinen Özbölük, şunları söyledi:

''Örneğin, Nureddin Paşa, 15 Haziran 1915'te Kut'tan Başkomutanlığa gönderdiği bir şifrede, bazı subayların bile isteyerek düşmana esir olmayı tercih ettiklerinden ve hala böyle planları olan subayların varlığından yakınmış ve durumu incelediğini söylemişti. Savaşın son yıllarında ise propagandanın etkisinin hissedilir derecede artmış olduğu, İngilizlerin uyguladıkları psikolojik harbin sonuçlarından hayli memnun olmalarından anlaşılmaktadır. İngilizlere esir düşen Hüseyin Aydın'ın ifadeleri ise çarpıcıdır. Aydın, düşmanları tarafından uçaklardan atılan propaganda beyannamelerini ele geçiren askerlerin okur-yazar birine rastlayıncaya kadar üzerlerinde taşıdığını ifade etmektedir.''

Gönüllü teslim olanlar, zan altında bırakıyordu

Rıza Özbölük, takati tükeninceye değin birliğinin savaş çabasına katkı sunan, fakat hiçbir çaresi kalmadığı için esir düşen binlerce Türk askeri için sorunun bu noktada başladığını, gönüllü teslim olanların, diğerlerini de zan altında bıraktığını bildirdi.

Sıcak çatışma ortamının yarattığı keşmekeş içerisinde, çoğu zaman kime ne olduğunun tespit edilememesi, düşman tarafına firar etme temayüllerinin farkında olan komuta kademesinin gözünde esir düşen tüm askerleri şüpheli hale getirebildiğini ifade eden Özbölük, üstelik bazı askerlerin bir çatışma bölgesinden geri çekilen birliklerinin gerisinde kalmış gibi yapıp, o mevkii ele geçiren düşmanın içerisinde kalmak gibi esaretlerini meşru kisveye zekice büründürüyor olmalarının, mazur görülebilecek esir düşme hadiselerinin meşruiyetini şüpheli hale getirdiğini söyledi.

Özbölük, Irak'taki Türk ordusuna bağlı Musul grubunun, İran'da Ruslara karşı cereyan eden Pesova/Pesve muharebesinde ağır bir mağlubiyet alması ve baskına uğrayıp, teslim olmak zorunda kalan 11. Alay hakkında, Enver Paşa'nın daha sonra ''Kuruluşta bu numara altında bir birlik görmek istemiyorum'' şeklindeki sözlerinin şüpheci tavrı gösteren önemli örnekler arasında yer aldığına işaret etti.

Düşmana esir düşen askerlere kuşkuyla bakıldığının en önemli göstergelerinden birinin de esaretten dönenlerin sorgu tutanakları olduğunu anlatan Özbölük, ''Özellikle zabitlere yöneltilen sorular dikkat çekicidir: 'Nerede, hangi mevkide ne suretle esir oldunuz?' 'Yanınızda kimler vardı?' 'Kaç kişiydi?' 'Yaralı mı yarasız mı esir oldunuz, yoksa mecalsiz hasta olarak mı esir düştünüz? Hastalığınızı bilen ve görenler kimlerdir.?' 'Düşman süngü hücumuyla siperlere girdikten sonra mücadele ne kadar devam etti? 'Hücumu müteakip siperdeki muharebede maiyetinizde bulunan efrattan ne kadarı şehit ne kadarı mecruh ve ne kadarı esir ve ne kadarı esaretten kurtulmağa muvaffak oldu?' Sorgu sırasında esir düşme şekline dair bir kroki çizilmesi bile istenmekteydi.'' bilgisini paylaştı.

Özbölük, hangi sebeple esir düşerse düşsün, düşman elinde bulunan bir askerin Osmanlı ordularının şerefini muhafaza etme yükümlülüğünü zımnen üstlenmişliğin değinilmesi gereken önemli bir başka husus olduğunu, çoğu askerin bu yükümlülüğü içselleştirdiğini, bazılarının ise tam aksi istikamette hareket ettiğini, Bolşevik ihtilalinden sonra Türk esirlerinin durumunu yakından görmek üzere Rusya'ya gönderilen Osmanlı heyetinin başkanı Yusuf Akçura'nın ''Osmanlı ordusunun şerefini hakkıyla muhafaza edemeyen'' esirlerle karşılaştığını, verdiği örneklerden Akçura'nın tavrının abartılı olduğu anlaşılsa bile, savaş esirlerine esarette dahi yükümlülük getirme beklentisini göstermesi bakımından önemi işaret ettiğini, benzer fakat daha haklı bir tavrın Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu kadrosu tarafından benimsendiğini bildirdi.

İntihar ve ölüm isteği

Dr. Rıza Özbölük, askerlerin nasıl esir düştüklerini çoğu zaman en ince ayrıntısına kadar tasvir ettiğini ve bu suretle esaretin bütün kurtuluş seçenekleri tüketildikten ve başka hiçbir çare kalmadıktan sonra gerçekleştiğini vurguladığını, bazen de tam aksine her şeyin bir anda olup bittiğini, ne olduğunu anlamadıklarını ifade ederek, hiçbir ayrıntı vermediğini söyledi.

Bununla beraber hemen her askerin, esir olmakla ölümü eş değer tuttuğunu ve çoğu zaman ölümün daha iyi bir seçenek olduğunu ifade ettiğini anlatan Özbölük, şöyle devam etti:

''Örneğin Rus'lara esir düşen Faik Tonguç, 'İlk yakalandığım zaman o uğursuz Ermeni'nin süngüsü saplansaydı, şimdi hiç ıstırabım kalmayacak, bu sefil hayata son verilmiş olacaktı.' diyerek ölmediğine hayıflanmaktadır. Ruslara esir düşen Ürgüplü Mustafa Fevzi (Taşer) ve arkadaşları 'serseri bir merminin' beyinlerine saplanmasını engelleyen kadere lanet okumuşlardı. Mülazım Hilmi de esir düşecekleri sırada emrindeki askerin, 'Kumandanım seni öldürecekler, silahını yere at' şeklindeki ısrarına rağmen ölmekten bile beter olan böyle bir şeyi yapmayı reddettiğini, ama o askerin yumruğuyla silahını istemeden elinden düşürdüğünü, dolayısıyla 'ölmek lazımken' esir düşmüş olduğunu söyler. Nurettin Peker'in, İstiklal Savaşı anılarının başlığını daha önceki esaretine atıfla 'Öl, esir olma' şeklinde seçmesi şaşırtıcı değildir.''

Özbölük, utanç tezini kullanışlı hale getiren hususun, mevcut esir anılarını anlama bakımından fayda sağladığını ifade ederek, sözlerini şöyle tamamladı:

''Neredeyse tüm esirlerde görülen ve esir düşmektense ölmeyi isteme ya da intihara meyil vurgusu, komutanların suçlanması, vazifesini liyakatle yerine getirdiğine ve çaresizlikten dolayı esir düştüğüne dair düşmanlarını şahit gösterme çabaları ilginçtir. Tüm bu hususlar gerek üst düzey Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti idarecilerinin, gerekse Türk kamuoyunun esarete yüklemiş oldukları menfi anlamların esareti utanç verici hale getirmesinden kaynaklanmaktadır. Ülkesine dönen bir esir, kasten esir düşmediğini, düşman devletin uyruğuna geçmeye teşebbüs etmediğini, serbest kaldıktan sonra ülkesine makul bir süre içinde döndüğünü ve nihayet esaret sırasında Türklüğe yaraşır bir vakar sergilediğini ispatlama mecburiyeti hissetmiştir.''

Hibya Haber Ajansı